Ankara Bayan Masör – Masör Ece
Ankara Bayan Masör – Masör Ece
Ankara Bayan Masör bunalım bu şekilde süremezdi; sürmedi de. Gene kitabımı yazacak, gene felsefe okuyacak, gene sevecektim. Ve sonra hepsi tekrar tekrarlanacak, tekrar başlayacaktı. “Her süre, her vakit, bu hiç bitmeyen çatışmanın, bu hiç bitmeyen çelişkinin içinde olacağım! Kendi güçlerimi biliyorum; onların tümüne üstünlüğümü biliyorum; yapabileceklerimin neler bulunduğunu, yeteneklerimin neler olduğunu iyice biliyorum. Ama her şeyde, bu mutlak, bu kaçınılmaz boşunalık duygusunu yaşıyorum! Hayır, bu böyle gidemez!” Oysa, öylecene sürdü gitti. Belki de, hep öylecene sürüp gidecekti. Ankara Bayan Masör bir sarkaç şeklinde, kendimi umutsuzluktan, coşkulu sevinçlere, mutluluklara atıyordum. Geceleri, SacreCoeur’ün merdivenlerini tırmanır, Paris’i, bu aslabir şeye yaramaz vahayı, evrenin tüm vahşeti içinde parıldayan bu çöl ortası yeşilliğini seyrederdim. Ağlardım, Paris’in güzelliği, yalnız yaşanan günlerin acılığı, güçsüzlüğü ağlatırdı beni. Tüm sokak fenerleriyle alay ederek, Butte’nin daracık sokaklarından aşağı koşardım. Bir anda, yüreğim uçurumlara yuvarlanır, sonrasında yine sıçrayıp sevincin üstüne kurulurdu. Bu yaşantı, beni yıpratıyor, tüketiyordu. Günden güne arkadaşlarım doyurmaz, yetmez oldular. Blanchette Weiss kavga etti benimle. Nedenini hiç bilmiyorum.
Ankara Bayan Masör
Ankara Bayan Masör hiçbir şey söylemeksizin, aslabir izahat yapmaksızın benden sırt çevirdi ve ne işe yaradığını soran mektubuma da cevap vermedi. Daha sonraları öğrendim ki, benim refah kaçkını biri olduğumu ve kendisini kıskandığımı, hatta bana verdiği kitapların maroken ciltlerini dişleyip bozacak oranda kıskandığımı söylüyormuş. Riesmann’la olan arkadaşlığımız da eski yakınlığından kopmuş, aramıza bir soğukluk girmişti. Beni evine çağırmıştı. Orada, çeşitli sanat yapıtlarıyla dolu koskoca bir salonda, içten gelen oluşumları inceleyen ruhsal bir romanın yazan olan Jean Baruzi’nin kardeşi Joseph’le karşılaşmıştım. Orada, yapıtlarıyla Paris’in güzelliklerini zedeleyen, Paris’i biçimsizleştiren bir kapıkulu heykeltıraş ile başka bilimsel nitelikli kiAnkarar de vardı.
Mevzuşulanlar, beni şaşırttı ve dehşete düşürdü. Reismann’ın estetizmi ve duygusallığından sıkılıyordum. Ötekiler, hoşlandıklarım, sevdiklerim — sevmiş olduğim— beni anlamıyorlardı; bana göre değildiler, varlıkları, yaşantıları, aslabir şeyi çözümlemiyordu. Yalnızlık, çoktandır gurura sürüklemişti beni.
Gurur başımı döndürüyordu. Baruzi, hazırladığım ödevi özenli bir övgüyle iade etti. Dersten sonrasında benimle bir konuşma yaptı. Sesinde, ölen güzle beraber, bu çalışmanın önemli bir yapıta temel olabileceği umudu soluklandı. Başım gunsur ermişti sanki: “Hepsinden çok daha yücelere çıkacağımı biliyorum. Gurur mu bu? Üstün yeteneklerim olmasa, deham olmasa, boş bir kibir denebilir buna. Oysa ben dâhiyim. Kimi zaman dâhi olduğumu sanıyorum, kimi zaman kesinlikle inanıyorum buna. Öyleyse, bu kibir değil; yalnız üstün yeteneklerimi açık seçik kavrıyorum demek, ” diye yazmıştım günceme. Ertesi gün Şarlo’nun Sirk filmine gittim. Sinemadan çıktıktan sonra, birazcık Tuileries’de yürüdüm. Solgun mavi semande, bir turuncu güneş alçalıyor ve Louvre’un camlarına ateşler yakıyordu. Başka alaca karanlıkları, başka gün batışlarını anımsadım ve birden, bunca zamandır umutsuzca kovaladığım gereksinmeyi, zorlamayı duyuverdim yüreğimde; Kitabımı yazmalıydım. Bu yeni bir tasan değildi. Fakat hep bana bir şeyler olmasını beklediğim ve hiç de bir şeyler olmadığı için, duygumu vakaya dönüştürdüm.